His’ti hissettikleri, hissederek sevmeleri… Tabuları yıkmak için şaha kalktı kelimeleri, harfleri ecel terleri döktü; sükûnetin gecelerinde…

İmgeciydi. Çağrışımlarda ve soyutlamalarda yeni söyleyişlerin peşindeydi.

Asiydi. Kalıplarını yıkmak istiyordu dilin, sözdizimleriyle oynayıp onları tahrif etmek hatta ve hatta temelli imha etme derdindeydi.

Çıkmaz sokaklarda yürürken hayal gücünü zorlamasını sever, karşısındaki duvarları iki yana açılmış kollarıyla havalanmak üzere olan kuşlara benzetip, ayaklarının rahatlığını ellerine bırakırdı. Duygularına söz geçiremezdi: Peşinden koşar, karanlığın ortasında “Neden “en çok” acı ustası şairlerdir”  sorusuna, “En çok taşırlar çünkü aşkları” derdi. Yalnızlıktan dem vurup, bireyin sıkıntılarını, çevreye uyumsuzluğunu tasvir ederdi. “Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz./bu yeryüzünü olduğu gibi görmeme engel olan/ve bana bu yeryüzünü cehennem eden/bu yazmak eyleminden kurtulduğum,/mutlu olduğum bir tek şey var: resim yapmak.” Mısralarına can katmaktan alamazdı düşlerini… Yazılarında olduğu kadar resimlerinde de cesurdu.

Her ne kadar gerçekçilikle başlasa da yazın hayatına, his(settik)lerinden alamıyordu kendini.

İkinci Yenilerin en ateşli savunucusu ve kurucusu oldu. Öyle ki son otuz yılını geçirdiği yazı odası Bodrum’da da geleneğini sürdürdü. Ölçü ve uyak tanımıyor, musiki ve anlatım zenginliğini kanına aşılıyordu.

Çoğu kişi bir anlam bulamasa da şiirlerinde, hiçbir zaman kalemine ihanet etmedi. Behçet Necatigil’in deyimiyle “Şiirin Uç Beyi” idi. Bu deyim O’nun Manisa’da dünyaya gelmesinden kaynaklanıyordu.

Dedim ya tabuları yıkma peşindeydi. Erotik şiirlerin ressamı unvanını taşıyordu.

Mutlu olmak için resimler yapardı durmaksızın, mutsuzluğu an be an içinde yaşattığı için oturup şiir yazardı. Her ne kadar şiir onu mutsuzluğun girdaplarına teslim etse de, yazmadan edemezdi. Mürekkep bir kere ele bulaştı mı, kolay kolay çıkmıyordu. Mutluluğunun tuvale yansıyışını sergi-liyordu.

Balıkesir Öğretmen Okulu’ndan mezun olduğun da hiç aklına gelir miydi “Şiirin Uç Beyi” olacağı?  Espiye’de iki yıl ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Fransızca bölümünden mezun olup, on yıl boyunca (1945-1955) Fransızca öğretmenliği yaptığı Zonguldak, Samsun ve Kırşehir’de hiç düşündü mü, bir gün, “Dokunduğu her şeyi şiir yapmanın sırrına ermiş bir simyacı” olacağını?

Evet, bahsettiğim kişi; İlhan Berk. Asıl adıyla Emrullah İlhan Birsen. Şiirimize yeni bir soluk kazandıran, “İkinci Yeni”lerin pınarı… Edebiyatımıza sayısız eserler bırakmış, birçok derginin sayfalarını süslemiş bir simyacı.

İlhan Berk, prostat kanseri ve kronik böbrek yetmezliği şikâyetiyle, bir haftadır tedavi gördüğü Bodrum Devlet Hastanesi’nde kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle hayatını kaybetti. 1918 yılında Manisa’da başlayan hayatı 28 Ağustos 2008 yılında ‘yazı odam’ dediği Bodrum’da sona erdi. (Şiirin Uç Beyi)

2006 yılında NTVMSNBC’de yayınlanan söyleşisinde; “Sevdiğim şairlerin çoğu öldü. Çok azı yaşıyor. Bu çok kötü bir şey. Yani şöyle bir şey düşünüyorsunuz: İşinizi bitirdiniz. Ondan sonra kendi kendinize dersiniz ki, bu şiiri kim anlar, kim sever? Mesela derim ki ben, yazdığım şiirleri René Cher okusun. Böyle özlemlerim olurdu. Şimdi böyle özlemlerim yok. Çünkü bütün sevdiğim şairler öldüler. Bu da kötü bir şey.” demişti. Şimdi bizi terk edip ebediyete kanat çırpan şairimize Allah’tan rahmet diliyoruz.

 

BAKMAK AŞKTIR

 

Kal böyle aşkım, kal böyle
Ve yalnız
Bana bak.
Bakmak aşktır.

‘Soyundum işte sana yol olsun diye.’
Böyle çıplak böyle et ete
Bırak gezinsin üstünde soluğum.

Saydamdır aşk, o naif şeytan
Gözlerin, çıplak memelerin, dudakların
Böyle işte böyle gel gir yatağıma.
Ve öp sonra da
Durmadan bir daha, bir daha öp beni
Böyle uzun bir yolculuk ister aşk.
Ve çek sonra da, daha bir kendine beni
Çek ki
Bileyim benim olduğunu.
Böyle işte böyle kasık kasığa.