Nereden başlamalı? Nasıl başlamalı? O’nu anlatmaya…

İsmi daha doğmadan konulmuştu. Annesi O’nun kız olacağına inanıyordu. Bu nedenle koydu adını: Mualla.

Annesi bu kararı aldığında karnı burnundaydı ve doğurduğu çocuğun erkek olduğunu gördüğünde, yine de vazgeçmedi bu isimden. Mualla kız ismiydi. Annesi ‘Fikret’ ismini koydu ‘Mualla’nın önüne…

Hayatı hep korkuyla geçti Mualla’nın; kaybetme korkusuydu damarlarından ruhuna boşalan acı ıstırapları. Önce annesini kaybetti. Daha onbeş yaşındaydı. Annesinin ölümünden kendisini sorumlu tutuyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında bütün dünyayı istila eden İspanyol gribi, evde ilk ona bulaşmıştı. Annesine de kendisinden bulaştığına inandı.

Bu ayrılık küçük Mualla’yı yalnızlığa itti. Hayatı boyunca hep yalnız kalmayı yeğleyecekti.

Küçük Mualla’nın en büyük tutkusu futboldu. Mualla’nın futbol aşkı dayısı Hikmet Topuzer ve Fenerbahçe’ye dayanıyordu. Öyle ki ileride dayısı gibi ünlü bir futbolcu olma hayalleri düşlerini kaynatıyordu. Bu düşleri bir gün futbol maçı oynarken ayağını kırmasıyla son buldu. Mualla’nın ayağı sargıdan çıkarıldığında, O artık topal olarak hayatına devam edecekti. Bir ayağının topal olmasına rağmen içindeki futbol aşkı hiç bitmedi. Hatta bir gün Fenerbahçe Fransa’nın Nice takımıyla yapacak olduğu futbol müsabakası öncesi, Fenerbahçe kulübüne Nice takımı ile ilgili bilgiler vermekten de kendini alamayacaktı.

Babası Düyun-u Umumiye ikinci müdürü Mehmet Ekrem Bey’di. Çevresince hep sayılan ve sevilen bu İstanbul Beyefendisiyle de uzun süre birlikte olamadı. Annesinin ölümünden sonra babası başka biriyle evlendi. Mualla, bu sefer de babasının elinden alındığını kafasına soktu. Saplantı dolu yaşamının bu ilk basamakları Mualla’ya ağır geliyordu. Üvey annesini, babasını elinden aldığı gerekçesiyle bir gün kendisine karşı girdiği ruh harbi sonunda üvey annesini dövdü. Bunun üzerine babası, -akrabalardan biriyle evlenirsem Mualla kötü tepki vermez!- diye düşünüyordu. Ama yine olmadı. Yeni üvey annesi, akrabalardan Behice Hanım’dı ve akıbeti de diğeri gibi oldu.

Bu durumun ardından babası onu bir süre teyzesinin yanında tuttu ve daha sonra lise öğrenimini bile tamamlayamadan okuması için Zürih’e gönderdi. Mualla’nın dil öğrenmesi için elinden geleni yapıyordu Mehmet Ekrem Bey.  Mualla bu düş(ünce)lerden habersizdi; atılmışlık hissiyle küllerini alevlendirmeye devam ediyordu. Evden atılma duygusu ruhunda derin yaralar oluşturuyordu. Kaybetme korkusu sonu gelmez uçurumlar gibi takip ediyordu gölgesini.

Babasının gönderdiği para ile Zürih de rahat bir hayat sürmesine karşın, içindeki renklerin sesi git gide artıyordu ve çoğalarak artan bu sesleri can kulağıyla dinleyeme karar verdi. Seslerin çığlıklara dönüştüğü yer Berlin’di. İlk kez de burada tanışmıştı guaj boyayla. Babası okuyup mühendis olmasını istiyordu fakat Mualla, Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim eğitimi almaya başladı. O yıllarda anarşi ve işsizlik 1.Dünya Savaşından yenik çıkan Almanya’da kol geziyordu. Ama hiçbir şey umurunda değildi, babasının gönderdiği parayla rahat bir yaşam sürmesine karşın almıştı bu kararı…

İşsizliğin yaygınlaştığı, anarşinin kol gezdiği, 1920 yıllarının savaştan yenik çıkmış Almanya’ sında, babasının gönderdiği parayla geçimini rahatça sürdürmesine karşın, gözü, mühendislik mesleğinde değil, ressamlıkta olduğundan, sanat dünyasının başıboş görüntüsü, sınır tanımayan özgürlüğünün büyüsüne kapıldı ve dayısından kendisine geçmiş olan sanat yeteneğini, bu özgür ortamda değerlendirip, düzenli bir öğrenim yerine, kendini içgüdülerinin yönlendirici etkisine bıraktı. İsviçre ve İtalya’ya giderek müzeleri dolaştı, büyük yapıtları, ünlü ustaları yakından tanıdı (Almanya’da bir ara resim öğretmenliği yaptığı ve bir Mısırlı prensten para yardımı gördüğü söylenir). Daha önce Saint-joseph ve Galatasaray liselerinde öğrendiği Fransızcayla Almanya’da yeterince anlaşamıyor, sık sık içiyor ve kavga çıkarıyordu. 1928‘de Berlin’ de bedenini alkolden temizlemek için hastaneye yatırıldı. Daha sonra Almanya’dan Fransa’ya geçti. Orada, kendisi gibi şansını denemekte olan Hâle Asaf’ı tanıdı.