İstanbul deniyordu şehrin adına. Adı da geçmişi de rüzgarda saklıydı. Nice medeniyetlere beşiklik etmişti. Nice göz dikilmişti üzerine. Nice savaşlardan geçti sokakları, nice dualarla kaplandı seması. Bu şehrin bir köşesinde Recep yaşıyordu.

Recep orta boydan biraz uzundu. Saçları derin sulardaki ince ve sessiz dalgaları andırıyordu. Yüzünde yer edinmiş bir sıcaklık vardı ve bu sıcaklık yakışıklılığına renk katıyor, katbekat göze çarpıyordu. Yaşadığı yere nazaran oldukça da mütevaziydi. Oturdukları muhitte kimse birbirini tanımazken herkes Recep’i tanırdı. Recep herkesti, herkes de Recep. Genciyle gençti Recep, yaşlısıyla yaşlı. Kimseden sözünü sakınmaz, elinden geldiğince herkese yardım ederdi. Ailesinden aldığı terbiye bunu gerektiriyordu. Seviyordu da Recep herkesle hoşbeş olmayı. Kendini bu konuda fazlasıyla geliştirmişti. Resim yapmayı sever, gece ay ışığıyla komşu olan penceresinin kenarında yıldızlarla beraber kitap okur, uzun sohbetlerden zevk alır, çiseleyen yağmurun altında uzun yürüyüşlere çıkardı. Ruhunu dinlendirirken bedenini de mutlu ederdi.

Recep yine sık sık yaptığı gibi tek başına yürüyüşe çıkıyor görünüyordu. Sıradan bir günde başını öne eğmiş mahzun gözlerle kapıdan çıktı. Gün sıradan gibiydi ama Recep öyle değildi. Fatma,  Recebin bu kederli halini görünce onda tuhaf bir şeylerin olduğu sezinledi ve onu takip etmeye başladı.

Bu sefer diğerleri gibi yüzü mutluluğu ve umudu tasvir etmiyordu. Hüzün kaplıydı çehresi. Fatma, ondaki bu farklılığı görünce içini tuhaf bir sıkıntı sardı ve sebebini de bilmeyerek takip etmeye başladı.

Oturdukları semt lüks denilebilecek türdendi. Gökdelen büyüklüğündeki apartmanların arasına serpiştirilmiş iki ve üç katlı köşkler, şimdinin tabiriyle villalar vardı. Bu villalar görenleri kendine hayran bırakacak türdendi. Her birinin kocaman bahçesi, bahçenin sol ya da sağ köşesinde orta boy yüzme havuzu ve bahçelerde türlü türlü ağaçların yanında, sıra sıra çiçekler vardı. Ve bu çiçekler genellikle villaların rengine uyum sağlıyor, böylece yeşil ve mavinin yanında kendini hissettirebilir şekilde göz alıyordu.

Recep, üç apartmanın ortasında kalan, gece mavisini andıran parkalı villada oturuyordu.

Fatma, Recep’in çocukluk arkadaşıydı. Buğday sarısı saçı, ince narin bir teni vardı. Gözleri, Receplerin oturduğu evin rengiyle akraba gibiydi. Fatma’nın ailesi mahalleye taşındıklarında, Fatma’nın hiç arkadaşı yoktu. Diğer çocuklar sokağa çıkıp oyunlar oynarken, Fatma oturdukları apartmanın bahçesinde üzgün bir halde otururdu. Yine Fatma’nın böyle hüzünlü ve mutsuz bir halde bahçede otururken, evlerinin terasına çıkıp etrafı seyreden Recep’in gözüne çarpar. Ve hemen koşar adımlarla evden çıkıp, Fatma’nın yanına gider. Onunla ilgilenmeye, oyunlar oynamaya başlar. Dostlukları o zamandan bu yana sürmektedir. Yalnız bir şartla; Fatma, Recep’e âşıktır! Onu küçüklüğünden beri koruması, kol kanat germesi, sırdaşı dostu bildiği için ve her şeyden önemlisi, gizli dünyasını Recep’in yanında cesurca açabildiği için ona duyduğu aşka bir kat daha sevgi eklemiştir.

Recep, mağrur bir halde çelişkili adımlarla yürüyordu. Evlerinin üç sokak aşağısındaki tren istasyonuna varıncaya dek bu hali sürdü. Fatma, onun bu haline şaşırmıştı. Daha da şaşırdığı bir konu ise, Recep’in tren istasyonuna gelmesiydi. Daha önce Recep’in trenle seyahat ettiğini ne görmüş ne de duymuştu. Varlıklı bir aileden geldiği için, onu hep özel otomobiliyle seyahat ederken görüyordu. Bu durum Fatma’nın içindeki merakı daha da uyandırdı. Gişeden bir jetonda kendisi alıp, istasyona girdi. Recep’e görünmeden onu takip etmeye devam etti.

Recep, istasyonun sağ tarafındaki banklardan birine oturmuş dalgın gözlerle raylara bakıyordu. Fatma da onun biraz gerisindeki banka oturdu.

Trenin sesi uzaktan duyulmaya başladı. Bu sese müteakip, raylardan da ince bir ses yükseliyordu. İstasyondaki diğer yolcular la beraber, trenin gelmesiyle Recep de ayağa kalktı ve ağır adımlarla trene bindi. Hemen ardından başka bir kapıdan Fatma da trendeki yerini aldı. Fatma’nın içini, küçük çocukların erik ağaçlarına gizlice çıkıp, ağacın sahibine her an yakalanma korkusuna benzer bir his kapladı. Vagona girince hemen arkasını döndü, Recep’in bir yere oturduğundan emin oluncaya kadar öylece bekledi.

Tren arkasında yumuşak rüzgârlar bırakarak hareket etmeye başladı. Recep cam kenarındaki boş koltuğa oturdu ve düşünceleriyle beraber yolculuğa devam etti. Recep’in oturduğunu gören Fatma, oturmak için ona görünmeyeceği bir yer baktı. Bulamadı. Hemen başını kaldırıp, raflarda gazete aramaya başladı. Neyse ki gelenek hala sürüyor, insanlar okudukları gazeteleri bir başkasının da okuyabilmesi için raflara bırakıyordu. Fatma hemen bir gazete aldı. Rastgele bir sayfasını açtı. Boş bulduğu bir koltuğa oturup, Recep’i izlemeye başladı.

Fatma’nın bu korkuları yersizdi. Recep, dünyayla olan tüm irtibatını koparmış vaziyette önüne bakıyordu. Gözleri, uzaklarda birini arıyormuş gibi bakıyordu. Boş, çaresiz…

Recep hiç hareket etmedi.

Merak, Fatma’nın bütün vücudunu sardığı gibi, düşünceleri üzerinde de hâkimiyetini kurmuştu. Aklında sürekli senaryolar üretiyor, farklı olaylar zinciri kuruyordu. Recep’in bu durumuna, tecessüsten çok şüphe ile bakıyordu. Ve bu şüphe her geçen dakika artıyordu.

Recep, birden yüzünü pencere kenarına çevirdi. Gözüne pencere kenarındaki bir yazı ilişti.  Pencerenin kenarına baktığında, gözlerindeki uçurum daha da derin bir hal aldı. –R&Z- yazıyordu, eskimiş pencere kenarının zemininde. Elleriyle yazıyı okşamaya başladı. Bu yazıyı canından çok sevdiği sevgilisiyle birlikte geçen yıl, hüzün mevsimi sonbaharda yazmışlardı. Yazıyı okşamaya devam etti. Parmakları pencere kenarında, yazının üzerinde defalarca akmaya, her akışta da o günü yaşamaya başladı. Başını kaldırıp derin bir nefes aldı. Soluduğu her nefeste sevgilisinin konusunu almaya çalışır bir hali vardı. Gözlerini kapatıp birkaç derin nefes daha çektiğinde, tren gara girmişti. O mutlu günü yâd edercesine, pencere kenarındaki yazıyı içli içli okşadı ve banliyöden indi.

Fatma onun son birkaç dakikadır yaptığı hareketlerden hiçbir şey anlamamıştı. Fatma da Recep’in ardından banliyöden indi. Recep, gardan dışarıya çıktı. Sahile doğru yürümeye başladı. Vapur iskelesine geldi. Cebindeki jetonu turnikeye atıp, vapura bindi.

Recep daha önce bu vapura birçok kere binmişti. Her bindiğinde yüzü güneşe benziyor, gözlerinde mutluluk okunuyordu. Recep bu sever hüzünlü gözlerle, acıyan yüreğiyle bindi.

Fatma da gişeden jeton alıp, turnikeye atıp içeri geçtikten sonra vapurdaki yerini almak üzere korkak adımlarla vapura bindi. Fatma’nın o ana kadarki tek korkusu Recep’e yakalanmaktı. –Recep’in gözleri görmüyordu kimseyi, Fatma’nın korkusu yersizdi.-

Vapur dalgaları yararken, Recep yine biraz önce yaşadığı duygulara kapıldı. Daha geçen hafta sevgilisiyle birlikte yine bu vapurda yolculuk etmişti. Birden o gün gözlerinin önüne geldi. Bahar yağmurları vapurun dört bir yanını sarmıştı. Yağmur damlacıkları denizin maviliğine can katmıştı. Herkes vapurun içerisinde ıslanmamak için doluşmuşken, Recep sevgilisinin ellerinden tutup geminin üst katına çıkmıştı. Vapurun dümen tarafındaki parmaklıklara çıkıp, yağmur damlalarının yüzlerini ıslatmasını izliyorlardı. Üstleri sırıl sıklam olmuş bedenler yağmurun sevinç çığlıklarıyla birlikte birbirlerini buldular. Recep, sevgilisinin yağmurdan nasibini alan saçlarını havaya savuruyordu. Sevgilisi de Recep’in ellerinden tutuyordu. Yüzlerindeki sevinç, gökyüzüne, gözlerine, ellerine, ıslanan bedenlere akıyor, sonsuzluklara yol alıyordu.

Bütün bu olanlar Recep’in gözlerinin önünden hiç silinmemek üzere geçti. Nereye baksa sevgilisini görüyordu. Daha on gün önce içerideki kafeteryadan kahvelerini almışlardı. Bir Çingene yanlarına gelmiş, fal bakayım mı? Demişti. Kağıt bardak da fal mı olur? Diye söylenmişti Recep. Çingene, ben bakayım da sen gör abi.- Demişti. Sevgilisi de baktırmıştı. Falcı kadın falda, gelecek günlerin güzelliğinden bahsediyor. Birbirlerinden hiç ayrılmayacaklarını sürekli tekrar ediyordu. Üç çocuklarının olacağını, çocuklardan ikisin erkek olacağını, kız olanın annesi gibi güzel olacağını söylüyordu.

Recep güldü. Fal yalan söylüyordu. Güldü. Eski günlerin güzelliğinin etkisinden kurtulamıyordu. Sancak tarafına yürüdü, olmadı. Alt kata indi. Vapurun en arkasındaki çapanın yanına gitti. Vapurun pervanesinin çıkardığı baloncukları seyrederek uzaklara baktı. İçinden neler geçmiyordu ki; daha geçen hafta yine bu aynı yerde rüzgara karşı durmuşlardı. Rüzgarın heybetine meydan okumuşlardı. Birbirlerine sımsıkı sarılıp, çok sevdikleri işi yaptılar. Fotoğraf çektirdiler. Hatıralarına yeni birini daha katmışlardı. Geçen yıl, kışın, sevgilisiyle güverte de tir tir titredikten sonra içeriye güç bela girmişler, kafeteryadan çay alıp içerek ısınmaya çalışmışlar, ısınamamışlardı. Uzuvlarına kadar üşüyen bu iki inanan yürek, birbirlerine sarılmalarının ilk dakikasından itibaren çözülmüşlerdi. Bu sıcaklık apayrıydı. Seven iki yüreğin sıcaklığı en katı buzulları bile eritecek türdendi…

Vapur sarsılarak iskeleye yanaştığında, Recep’in gözlerindeki perde de bir an da kayboldu. Etrafına bakıp da acı daha fazla acı çekmemek için başını öne eğdi ve vapurdan ağır adımlarla inmeye başladı.

İskele meydanı her zaman ki renkli kargaşaya sahne oluyordu. Serinletici deniz havasına; kuruyemişçiler, sütlü mısır satıcıları, köşedeki gazete bayii, birkaç küçük büfe eşlik ediyordu. Sahil kenarına yanaştırdıkları teknelerden balık ekmek satıcıları, balık tutmaya gelen meraklılar denize oltalarını atmış nasiplerini bekliyorlardı. Hepsi için hayat normal akışında devam ediyordu.

Recep, ciğerlerine içli bir hava çekti. Havada bir şeyler arıyormuş gibiydi. Recep, seyyar satıcıların detone seslerine karşılık veren vapurun çığlıkları arasında yoluna devam etti. Biraz ötedeki tramvay durağına gidene kadar aylar hatta yıllar gözlerinin önünde sahnelendi. Ne kadar da boş geliyordu bu kalabalık. Hiçbir anlam ifade etmiyordu. Tramvay durağına geldiğinde, geçen hafta aldığı, fazladan kalan jetonu turnikeye atıp, durakta beklemeye başladı.

Fatma bütün bu olanlara inanamıyordu. Recep’in biraz önce trene binmesi, banliyöde garip hareketler yapması, ardından şehir hatları vapurunda seyahat etmesi, vapurda yerinde duramayıp bir o yana bir bu yana deyim yerindeyse savrulması, şaşırmasıyla birlikte ona olan sevgisini bir kat daha arttırdı.

Recep, Fatma ile her zaman dertleşmesine, gittiği yerlerin güzelliğini çirkinliğini ona anlatmasına rağmen, hiç bahsetmemişti bu yolculuklarından. Fatma, Recep’in güzel resimler çizdiğini, bol bol kitap okuduğunu ve bir yere gitmesi gerektiği zaman, kendi arabasıyla yolculuk ettiğini biliyordu sadece…

Fatma da turnikeye jetonunu atıp Recep’e görünmeden takibini sürdürdü. Tramvay da geldi nihayet…

Tramvayın içerisi kalabalık, hatta ve hatta sıkış tıkıştı. Recep’in tramvaya binmesinin ardından Fatma da güç bela bulduğu boşluktan kendini içeriye attı.

Tramvayın her uğradığı durakta Fatma aşağı iniyor ve Recep’in inip inmediğini kontrol ediyordu.

Birkaç durak sonra, yine Recep’i kontrol eden Fatma, Recep’in bir an da tramvaydan inmesiyle şok olmuş bir halde hemen arkasını döndü, bu kez yakalandığını düşündü ve kalabalığın arasında yürümeye başladı. Bir ara arkasına bakıp, Recep’in aksi istikametinde yürüdüğünü görünce içine bir ferahlık çöktü ve derin bir nefes aldıktan sonra tekrar Recep’i takip etmeye başladı.

İndikleri bu yer, diğer yerler gibi yani oturdukları mahalleye hiç benzemiyordu. Güneşin vurduğu evlerin gölgeleri şekilsiz ve darmadağındı. Bakımsız parklar, potaları kırılmış basketbol sahalarının oluşturduğu manzaraya sıvası dökülmüş, boyaları akmış binaların oluşturduğu sevimsiz görüntü katkı sağlıyordu. En normal olan yapılar, etrafta yükselen camilerdi. Sokak başlarındaki seyyar manavlar, çöp kovalarının başına üşüşen sineklere arkadaşlık eden pis kediler, bazı evlerden rahatsız edecek kadar çok gelen anlaşılmaz müzik sesleri aynı şehirde, farklı dünyalarda yaşadığını hissetmesine yetti. Oturdukları mahallede böyle görüntüler yoktu. Etrafını meraklı gözlerle süzerek takibine devam etti.

Recep dar sokaklarda sürekli sağ-sol yaparak yürüyordu. Bir sokaktan öbürüne olan mesafe kısa olmasaydı Fatma Recep’in yalpaladığını düşünüp yardım bile etmeye gidebilirdi. Bir süre daha böyle ilerledikten sonra bir anda durdu. Hemen köşe başında Fatma O’nu izliyordu. Recep, yolun sol tarafındaki apartmana bakınca, gözlerinde oluşan yağmur bulutu derinden gelen bir yankıyla şimşekler çakmaya başladı. Merdivenlere oturdu. Bir süre uzak gözlerle ağlayarak etrafına bakındı. Sonra ellerini apartmanın duvarında şekiller çizermişçesine gezdirdi. Açık olan kapıdan içeri girerken bir titreme aldı bedenini. Kısa sürede toparladı kendini ve ağır adımlarla merdivenleri çıkmaya başladı. Her basamakta kısa bir an duruyor, elleriyle duvarları okşayıp devam ediyordu. Üçüncü kata çıkan son basamağı da çıkınca durdu. Karşısındaki kapıya uzun uzun baktı, okşadı ve bekledi. Bir ara parmağını zile getirdi. Getirmesiyle ağlayarak elini geri çekmesi bir oldu. Zilde Zeynep Öztürk yazıyordu. Gözlerindeki kristal taneleri bir bir yere düşerek parçalara ayrılıyordu.

Bütün cesaretini toplayarak zili çaldı. Kapıyı Zeynep’in ablası Aslı açtı. Yüzündeki matemi okumak zor değildi.  Benzi solmuş, göz çukurlarında bir depremin kalıntıları asılı duruyordu. Recep, Aslı’ya sarılıp içini boşaltmak istercesine ağlamaya başladı. Recep her nefes alıp verişinde sarsılarak titriyordu. Aslı O’nu teselli ederek salona getirdi. Evde Zeynep’in diğer ablası Ceren’de vardı. Recep onlardan izin alarak Zeynep’in odasına girdi.

Odaya girmesiyle birlikte yüreğine hapsettiği patlamalar doruk noktasına ulaştı. Bir şehir yanıyordu O’nun gözünde, bir şehir yok olmuştu. Zeynep’in yatağının başköşesinde geçen yıl doğum gününde birlikte çektirdikleri fotoğraf duruyordu. Rengi solmuştu. Bu büyük resmin hemen altında çektirdikleri diğer resimler özenle yerleştirilmişti. Karşı duvarda Recep’in yaptığı tablo asılıydı; yağlı boyaların raksından Zeynep çıkmıştı. Komodinin üzerinde yine resimler ve Recep’in hediye ettiği küçük eşyalar duruyordu. Yatağı hiç bozulmamıştı ve pencere tarafındaki duvar dibinde, kış akşamlarının soğuğunu birbirlerine okuyarak attıkları kalın cilt romanlar özenle dizilmişti. Halının üzerinde Recep’in Isparta’dan getirttiği kilim seriliydi. Recep kilimin üzerine çeşitli figürler ve yazı yazdırmıştı: Rüyalarımın Kadını’na. Gardırobun aynasında yine Recep’in resimleri asılıydı. Recep buğulu gözlerle gardırobun kapağını ovalamaya başladı. Sanki her dokunuşunda Zeynep’e dokunuyor, her dokunuşunda O’nun pürüzsüz ellerini okşuyordu. Kapağı açtığında Zeynep’in esprili haşlamaları aklına geldi:

  • Ortalığı dağıtmada üstüne yok. Azıcık toplu olsana sevgilim!

Bütün giysiler son dokunuldukları gibiydi. Düzgünce yerleştirilmiş bluzlar ve askıdaki elbiseler renklerine göre ayrılmıştı. Recep’in gözü askılıkta asılı duran siyah bir elbiseye takıldı. Kendisi almıştı bu elbiseyi. Yakası dantelliydi ve üç düğmeyle ortadan ayrılmıştı. Recep en çokta burasını sevmişti. Zeynep gibi ciciydi.

Recep hıçkırıklarının tıkadığı nefesiyle –Seni Seviyorum Meleğim- diye fısıldadı. Odada kendinden habersiz dolaşmaya başladı. Duvarlara dokunuyor, resimleri öpüyor, Zeynep’in başını koyduğu yastığı kucağına alıp kokusunu arıyor, bağrına basıyordu. Bir süre böyle gidip geldi Recep daha sonra salona, Zeynep’in ablalarının yanına döndü. Birbirlerinin acılarını paylaştılar. Zeynep’in büyük ablası Ceren Recep’e bir şeyler fısıldadı. Recep bir süre daha odada kaldı. Sürekli etrafa bakıyor, koltuklarda, kanepede, masa başında O’nu hayal ediyordu. Zaman ve mekân yoktu artık. Öylesine deruniydi ki, var mıydı yok muydu belli değildi. Bir süre sonra Recep evdekilerle vedalaşıp, sık sık uğrayacağını söyleyerek evden ayrıldı.

Fatma, Recep’in uzun süre dışarı çıkmamasından rahatsız olmuştu. Aklına yine türlü düşünceler girdi. Neredeyse iki saat olmuştu ve Recep hala ortalıkta yoktu. Bütün cesaretini toplayıp olan biteni anlamak için apartmana girmek için ilerlerken apartman kapısının sesini duydu ve geri çekildi. Recep serseri kurşun gibiydi. Sokağa fırladığı gibi sağa sola bakındı ve geldiği yöne doğru koşmaya başladı. Fatma da yakalandığını sanarak kaçmaya başladı. Fatma kaçıyor Recep kovalıyordu. Yüreğinin ağzına geldiği Fatma’nın surat ifadesindeki korkudan anlaşılıyordu. Recep sokağın başına geldiğinde gelen ilk taksiye binip oradan uzaklaştı. Fatma da Recep’in taksiye bindiğini görünce derin bir nefes aldı ve koşarak sokağa indi, hemen bir sonra geçen taksiye binip takip etmeye başladı. Yakalanmamış olduğuna seviniyordu. Ama Recep neden öyle aniden fırlamıştı? Bir anlam veremiyordu hareketlerine.

Taksi ara sokaklarda ilerliyordu. Recep adresi söyledi ve devam ettiler.

Yolculuk yarım saate yakın sürdü. Yine Fatma’nın bilmediği bir yerde durdu taksi ve indiler. Recep bu sefer de koşarcasına hızlı adımlarla yürüyor, adetam birine yetişmeye çalışıyordu. Bir iki sokağı geçtikten sonra Fatma donup kalmıştı. Recep mezarlığa girdi ve sanki sokak sokak dolaşıp ev arayan kiracılar gibi etrafına dikkatlice bakmaya başladı. Mezarların arasından geçiyor, onlara basmamak için dikkat ediyordu. Böyle biraz devam ettikten sonra taze bir mezarın önünde durdu. Dizlerinin bağı çözüldü Recep’in, olduğu yere yığıldı.

Toprağa kapandı Recep. Avuçlarıyla toprağı sıkıyor, gözyaşlarıyla can katıyordu. Hıçkırıklarına karışıyordu haykırışları. Fatma bütün bu yaşadıklarına bir anlam veremiyor, tecessüsü gittikçe derinleşiyordu. – Kim bu?

Recep haykırmaya devam ediyordu. Gökyüzüne bakıp ağlıyor, sonra toprağa sarılıyordu.

Fatma uzun bir süre bu durumu gözyaşları içerisinde izledi. Sevdiği adamın bu hali kanına dokunmuş, ruhunu sersemletmişti.

Recep avuçlarını açıp yalvarmaya, Rabbine yâri için dua etmeye başladı. Ruhunu şad ediyordu adeta. Hıçkırıklarıyla karışık bildiği bütün duaları defaat ediyor, yalvarıyordu. Bir müddet böyle devam ettikten sonra, doğruldu mezarın başında sanki karşısında biri varmış gibi konuşmaya başladı. Ağlıyor, akan her damla gözyaşına elleri eşlik ediyor, toprağı avuçluyordu.

Fatma da farkında olmadan Recep’in yaşadığı fırtınaları yaşıyordu. Gözlerinden süzülen kristal taneleri gönlünü yakıyordu. Bilmiyordu sebebini gözyaşlarının, bilmekte istemiyordu. Yâri gözünün önünde eriyordu. Yârinin fırtınalarına bıraktı kendini, umarsızca savrulmaya başladı kendi başına. Gözleri ağırca kan çanağına dönmüştü.

Mezarlığa geleli üç saat olmuştu ve hava kararmak üzereydi.

Recep tekrar avuçlarını semaya kaldırdı. Duaları cennetteki yârineydi. Bu zamansız gidişin hesabını sormayı çok isterdi ama soracak değildi. Zamanın acımasızlığı perdelerini çekmişti. Recep dua etmeye devam etti. Rabbinden en büyük ricasıydı cennetine birlikte girmeyi istiyordu. –Kabul et ya Rab.- Son kez toprağa sarıldı. Yârini koynuna alıyordu gerdek gecesinin ilk uğultusuyla. Derunu sarsılıyordu her sokuluşunda. Kadınım diyordu içten içe erirken, karanlık üzerini örterken. Recep, cebine iki dolu avuç toprak koydu. Gözyaşlarını tekrar akıtmaya başladı. Oysaki ağlamayı beceremediğinden dert yanıyordu. En son ne zaman ağladığını bile hatırlamıyordu. Zeynep’i de biliyordu bunu; ağlamayı bilmiyorum ben Meleğim diyordu laf aralarında açıldıkça. Öptü yârini alnından, kokladı ve sarıldı boynuna.

Ayağa kalkmaya dermanı yok gibiydi. Mezar taşından destek alarak ağır ağır doğruldu. Bir adım attı. Arkasını dönüp mezara baktı, el salladı sevgilisine, gözünde dolan kristal tanelerini incitmeden sildi ve yalpalayarak yürümeye, yârini gecenin ayazına bırakarak uzaklaşmaya başladı. Aynı şehirde, suların öte tarafındaydı artık yâri.

Recep gözlerden uzaklaşınca Fatma da saklandığı mezar arkasından çıkarak Recep’in başında ağıtlar yaktığı mezara doğru yürümeye başladı. Mezarın başına geldiğinde okudu: Zeynep Öztürk – Ruhuna El Fatiha