Bugün yine gölgen ayaklarından önde gitti: Ben, arkandan baktım!

Son zamanlarda süregelen bu kısır döngü, ruhuma kattığı tarifsizliklerin etrafında devam etti. Bunun adını ne koymalı? Nasıl anlamlara yük edilmeli bu deruni duygular; sarmaşıkları arasındaki karmaşıklığı nasıl dile getirmeli?

Her gün yaşadığım bu duygu girdabında sonsuzluğu, sonsuz aşkın heyecanını ve ilk günkü tazeliğini koruyan sevgi denizimle sana sesleniyorum. Sesimi duyar mısın? Can katar mısın ellerinle yüreğime?

Ayakların gölgeni takip ederken, bana baktığında, gözlerimle eskiz çiziyorum. Siluetin aklımı başımdan alıp, gözlerim karanlığında güzelin sınırlarını zorluyor. Çizdiğim eskizi, uzaklara dalan gözlerimin, derinlerde hissettiği tebessümün aynasıyla dolduruyorum. Her adımın, her bakışın, yeni sahnelerin başlangıcı oluyor zihnimde.

Ne demeliyim bunun adına? “Hoşlanmak” denilebilir mi?

Asla! “Hoşlanıyorum” diyerek ayaklar altına serilebilir mi bu tarifsiz duygular? Bir gülüşünü bu kadar hafife alabilir miyim? Bahar yağmurları kadar güzel yüzünü, bir bakışını incite bilir miyim sanıyorsun? Hayır! Asla! Bu kadar küçültemem içimde yanan ateşi…

Geceleri yastığa başımı koymadan önce zihnimde beliren, gözlerimin önünde dalga dalga yanıma gelen, her gördüğümde uzaklara daldığım birinden bahsediyorum; ben! Bütün bunlar “hoşlanmak” ile ifade edilebilir mi? Bunun adı; içten içe büyüyen, gün geçtikçe kök salan “sevgi” olmalı. Eğer sadece hoşlanmak olsaydı, ruhumu esareti altına alamazdı.

Aklımın mı sesini dinlemeliyim, yoksa kalbimin mi? Hoş, hangisini dinlesem içinde sen oluyorsun. Senden kalan bir bakış, bir gülüş ya da usulca ilerleyen düşünceleri gözlerle yürüyüş…

Aragon, savaş meydanındayken anlatmak istedi Elsa’ya olan sevgisini ve onun gözlerinde eridi. Mecnun “o çirkin Leyla’da ne buluyorsun?” diye soranlara “siz bir de O’nu benim gözlerimle görün!” cevabını verdi. Hayalperest, Nastenka’ya duyduğu karşı koyulamaz sevgisiyle Petersburg’da umutsuzlukların yankılandığı geceyi gündüze çevirdi. Pyotr Andreyiç Grinev, Belagorskaya’da acı ıstırapların pençesine düşen, canıyla bir tuttuğu Marya İvanovna’yı, ölümü göze alarak kurtardı, onun için canını ortaya attı, sevgisiyle hayata kazandırdı.

Ben bir Aragon, Pyotr Andreyiç Grinev ya da diğerleri değilim. Onlarla tek ortak noktamız, hissettiklerimiz. Şimdi onları daha iyi anlıyorum. Sevmek, kimi zaman acı çekmektir. Bazen bir gülüşün gölgesinde kaybolup gitmek; eriyen mumlara yoldaş olmak, bazen bir bakışla sarhoş olup yollara düşmek; haykırmak adını umarsızca, bazen de nereden geldiği belli olmayan Hamr’ın dudaklardan kalbe akışını hissetmek…

Bütün bu hissiyatı bir araya topladığımda ve siluetini karşısına oturttuğumda, sana olan amansız sevgimin uçsuzluğunu bir kez daha görüyorum. Evet, seni seviyorum. Herkesten saklasam da kendimi kandıramıyorum.

İnsanın tanımadığı birine karşı aşkın güvenini hissetmesi, buna inanarak kalpten gelen ağırlaştırılmış tınılara sonuna kadar kulak vermesi, en az Jan Valjan’ın Kozet’e duyduğu şefkati ve sevgisi gibi…

Bergson; “Sezgicilikten bahsediyorsun ama bunu söylerken de aklından söylüyorsun!” diyenlere “Aklın nihai ve son gayesi kendi aczi-yetini idrak etmektir!” der. Bergson’un ne derece de haklı olduğunu, güneşin yakan ellerinin altında seni gördüğüm her gün de tekrar tekrar anladım.

Umarım sönmüş yangınlarımdan arta kalan küllerin yeniden alevlenişini anlatabilmişimdir. Tanımadığım birini; seni seviyorum. Aklımın ve kalbimin kesiştiği nokta da ruhumu dinliyorum. Her ne kadar düşüncelerini bilmesem de, tarifsizliklerin pençesine düşen saklı dünyamı sana açıyorum.

Nedendir bilmiyorum, yanına her yaklaşmamda kelimeler boğazıma saplanıyor. “Hey! Bakar mısın?” diye seslenmek geliyor içimden, ellerini ellerime hapsetmek, eskizlerini doldurduğum çehrene doyasıya hayranlıkla bakmak… Hissetmek ne hoş; yanından geçerken kalp atışlarımdaki gürültünün damarlarımda yankılanması, nefesimin kısık ateşlerde yanması, gözlerimin üzerine akması ne hoş…

Şu an da elinde tuttuğun kâğıt parçası, sana olan aşkımın okyanuslarındaki haritadır, kimilerine göre anlamsızlığın doruk noktasına ulaşmış bir müsvedde parçası, kimilerine göre acizliğin anlatıldığı patavatsızlık seremonisi, kimine göre iç döküştür. Elinde tuttuğun kâğıtta akıttığım ruhumu okuyorsun. Sönen yıldızların altında geçen gecelerimin içinden geçişlerini okuyorsun.

Senin için nedir değeri? Duyuyor musun sessiz çığlıklarımı? Gözlerim, gözlerine aktığında hissede biliyor musun içimi? Bir kıpırtı var mı yüreğinde? Damarlarımda dolaşan kanın sıcaklığını tadabiliyor musun? Puslu sokaktan geçmene ramak kala aklına geliyor muyum? Yüreğin sahiplenecek bir beden arıyor mu? Sevmek istiyor mu sözlerin?

Bütün bunlara bir cevabın var mı? Tek bir cevap; giyotin kadar keskin, güneş kadar net!

Cevabın, gözlerindeki ışık huzmesi sevinçle ışıldıyorsa; alevimle hayat veririm.

Cevabın güneşli bir günde aniden yağan yağmur gibi kırıntıları yok etmek ise bir ömür boyu mutlu olmanı dilerim.

Cevabın ne olursa olsun; içimdeki seni zedelemeyecek. Sessiz can çekişlerime gömülen düş(ünce)lerimle bekleyeceğim.

Bendeki senin dehlizlerimden taşan fırtınalarını anlatırken umarım can kırıklarına sebep olmamışımdır. İçimdeki senin derununda sonsuzluğu gördüğüm için döküyorum yüreğimi. Senden gelecek kelimelerin yankılanışını bekliyorum.

Düşlerimin içinden geçen her bir anının mutluluğuna ortak olman dileğiyle…